Yol şarkıları yazan bir müzisyen, Mert Üçkardeş’le Röportaj
- Taylan Kurt
- 4 Mar
- 14 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 6 Mar
Mert Üçkardeş’i, Eylül 2024’te İnanmıştım’la tanıdık. İki ay sonra yayınladığı, ki bizce hakiki bir hit, Cebi Dolu ile amansız bir takibe aldık. Utangaç mesajlaşmalarımız, yerini kısa sürede buluşma taleplerine bıraktı ve geçtiğimiz haftalarda Mert’le bir araya geldik. Çok sevdiğimiz bir müzisyene ulaşmak, ona sorular sorup aklının ardında neler yattığını, neyi neden yaptığını anlamaya çalışmak büyük bir keyif. Bir de kendisi sorulara tüm samimiyetiyle cevap veriyorsa, bundan iyisi olamaz. Mert, kendi yolculuğunu anlatırken çok samimi bir alan açtı bize. Harika bir söz yazarıyla müzik üstüne konuşmanın eşsiz keyfini yaşadık.
Mert’in yolculuğunda, iki şey bizi çok etkiliyor:
İlki, singer-songwriter’lara karşı büyük zaafımız. Hikâye anlatıcılığının ve havalı söz oyunlarının büyüsünden kaynaklanıyor. Mert, Ankara’da doğup büyüyen, mühendislik eğitimi alan ama öncelikle kendini müzikle ifade etmeyi seçmiş bir hikâye anlatıcısı. Yaşadığı deneyimleri ve –kişilerle, eşyalarla, yaşadığı kentle– kurduğu bağı, müzik ve edebiyat tutkusuyla bütünleştirerek harika yol şarkıları yazıyor. Herkesin kendi yolculuğundaki güzellikleri, farklılıkları keşfetmesini temenni ediyor.
İkincisi, her ne kadar bir solo kariyer gibi gözükse de, Mert’in kendi yolunu harika bir ekiple ve çok sıkı bir dostluk hikâyesiyle çizmesi. Yaptığı müziği özel kılan şeylerden biri, kesinlikle Pulsar Records’un tüm üyeleri arasındaki dayanışma. Mert’le tanışınca, Çınar, Ramazan, Kemal, Tuna ve elbette Doğu ile arasındaki iletişimi/bağı hissetmemek çok zor. Yazdığı sözlerde ve hatta son albümüne verdiği isimde bile onlar var.

📸: @alknerkek
Mert Üçkardeş’le bugüne kadarki yolculuğuna, hayallerine, yolda olmaya ve kariyerinin bundan sonrasına dair konuştuk. Bir röportaj gerçekleştirmenin ötesinde çok içten bir arkadaşlık kurduk. Sohbetimizi deşifre edip düzenleyene kadar, Mert ve ekibi bir akustik EP (Adakale I) yayımladı ve bir konser verdi. Simge Pınar’ın Ankara konserinde sahneye konuk oldu, Yalnızlık Gittiğin Yolda söyledi. Mert’ten daha yıllar boyunca hikâyeler dinleyeceğimizden ve kendisini Ankara’nın ve diğer şehirlerin müzik salonlarında çok daha sık göreceğimizden şüphemiz yok.
Keyifli okumalar!
Kim yahu bu Mert Üçkardeş?
Mert, sana dair merak ettiğimiz çok fazla şey var. Neredeyse sadece Ankaralı olduğunu biliyoruz. Nerede okudun, neler yapıyorsun? Biraz kendinden bahseder misin?
1998’de Ankara’da doğdum. Ümitköy Anadolu Lisesi’nde okudum. 2017’de de Bilkent Üniversitesi’nde Elektrik Elektronik Mühendisliği’ni kazandım. Bölümde yedi yıl geçirdim. O yedi yıl boyunca İngilizce öğrenmiş oldum (Gülüşmeler).Doğduğumdan beri Ankara’dayım. Şimdiye kadar hep ailemle yaşadım. Bu, müziğimi de etkileyen bir şey. Çünkü müzik, kendime kendi evimde açtığım bir alan gibi. Küçükken de kendine alan yaratmakla ilgili fantezisi olan bir çocuktum. Spiderman’i çok severdim, hâlâ çok seviyorum. Bir Spiderman oyuncağım bir de Spiderman köşem vardı. O oyuncakla o köşede oynamak bana hep iyi gelirdi. O köşe hâlâ duruyor evde. O kişisel alanım hâlâ mevcut.
Müzik, ne zamanlarda dâhil oldu hayatına?
Küçükken spor vardı hayatımda. Sonra gitar çalmam gerektiğini fark ettim bir şekilde. Bu düşüncemi anneme ilettim. On yaşındayken ilk gitarımı aldık ve klasik gitar öğrenmeye, çalışmaya başladım. İlk gitarım, Yamaha C40 evde durur hâlâ. O zamanlar gitarla şöyle bir bağ kurdum; “Zaten kısa boyluyum ve galiba basketbolu çok da iyi oynamıyorum ama gitar çalmak pek boy gerektirmiyor.” O klasik gitar eğitiminde de sadece gitarın nasıl tutulacağını, tellere nasıl basılacağını öğrendim. Bir sene boyunca devam etti o eğitim.
Sonra yedinci sınıfta kadınlara bakış açım değişmeye başlayınca gitarla tekrar buluştum. Benim için bir dert anlatma yöntemi olduğunu anladım. O dönemde gitarla beraber edebiyatla haşır neşir olmaya başladım. Lisedeyken yapmaya çalıştığım şey, derslerimi ortalama bir notla geçip ailemden bir laf yemeyip gitar çalmaya devam etmekti. Üniversite sınavında kötü bir sonuç elde ettim. Annem ve babam ODTÜ mezunu olduğu için ODTÜ’lü olmam gerekir herhalde diye düşünüyordum o zamanlar ama gelen sonuçla ODTÜ’ye girme şansım yoktu. Ben de sınava bir sene daha hazırlanmaya karar verdim. O sene iyi bir çalışmanın sonucunda Bilkent Elektrik-Elektronik Mühendisliği’ni kazandım. Çok da bana ait bir tercih değildi aslında. O yaşlarda, ebeveynlerimin düşünceleri ve ülkenin gerçekleri etkisiyle aldığım bir karardı. İkisi hazırlıkta olmak üzere, yedi sene geçirdim okulda. Yedi yılın tam ortasına pandemi denk geldi.
Pandemi de biraz buhranlı geçti benim için, zona oldum. Fakat, bir yandan da o dönem benim gitarla bir şeyler yazmaya başladığım dönem. O zamana kadar bir şeyler karalıyordum ama daha çok günlük ve deneme tadında düz yazılardı. Şarkı formunda bir şeyler yapmaya o zaman başladım. Pandemide sürdürebileceğim tek şey müzik yapmaktı. Annemle konuşup müzik yapmam için bir alan oluşturmaya karar verdik; tıpkı küçükken oluşturduğum Spiderman köşesi gibi. Evde kullanmadığımız bir oda vardı; pandemide maskeleri falan takıp orası için çok da kaliteli olmayan stüdyo malzemeleri aldım ve evde kendi stüdyomu kurdum. Kemal Çalıkoğlu ve Ulaş Çınar Çelik’le o zamanlar tanışıyordum. Kendimi anlatabileceğimi düşündüğüm, kendime müzikle yeni bir yol açabileceğimi düşündüğüm bir süreç başlamış oldu böylelikle. İlk amacım, stüdyoda üretmeye başladığım şarkıları en azından kendi dinleyebileceğim seviyeye getirmekti.
Şu ana kadar çok tekil bir hikâyeden bahsettin. Bugüne kadarki süreçte hiç bir grubun oldu mu? Sahne aldın mı?
Çaldım tabii. Altıncı sınıfta, karşı cinsi etkilemeye çalışmaya başladığım zamanlar… (Gülüşmeler) Elektrikli gitar çalmaya başlamalıyım galiba diye düşündüm. Zamanla bir “cover” grubu da oluştu. The Cranberries – Zombie, mor ve ötesi falan çalıyorduk. Tam da çalamıyorduk aslında (Gülüşmeler). Ama o performanslar, okuldaki törenlerden ileri gitmedi hiç. Lisedeyken de, sınıftaki gitar çalan kişi bendim, “gitar çalan çocuk”. Bir lise grubumuz da oldu. Hiçbir zaman da liseler arası gibi bir yarışmaya da katılamadık.
O günden bu yana hâlâ metal dinliyorum, hâlâ rock müziği çok seviyorum. Fakat lisede bir isim girdi hayatıma: Bülent Ortaçgil. Kendisinden “dedem” olarak da bahsediyorum bu arada. Onunla tanıştığımda, tek bir gitarla ne çok şey anlatılabileceğini fark ettim ve bunun büyüsüne kapıldım. Bu büyülenmeden sonra da “elektrikli gitarı bırakıp akustik gitar çalmalıyım.” kafası geldi yavaş yavaş. Öyle olunca da, üniversiteye girdiğim dönemde, akustik gitar çalan ve kendi şarkılarını yapmaya çalışan biri hâline geldim.
Pulsar Records ve sıkı bir dostluk hikâyesi
Pandemiden sonraki süreç nasıl gelişti peki?
O zamanlar, Çınar ve Kemal de müzik yapmaya karar vermişlerdi. Şu an en yakınında olan isimlerle daha tanışmamıştım o zamanlar. Pulsar Records bile yoktu ortada. Çınar’ın evindeki home studio’yu gördüm ve dedim ki “Bu işi yapacağız!” Bir de, o zamanlar kendimle ilgili bir şeyleri anlatmaktan, paylaşmaktan çekiniyordum açıkçası. Hayatımda “Benim bir şarkım var.” dediğim ilk kişi Çınar’dır mesela. Çınar da dinleyip, “Abi ne kadar güzel, bunu ortaya çıkaralım.” demişti ama şarkı çok kötüydü aslında. O olaydan bir süre sonra da Pulsar Records kuruldu. Pulsar Records kurulduktan sonra Kemal ve Çınar, benimle çalışmak istediklerini söylediler. Sonra da birlikte çalışmaya başladık ve ilk albümüm Sessizce’yi 2023’te çıkardık.
Kayıtlar yaklaşık altı ay sürdü ama her biri farklı farklı zaman aralıklarında ortaya çıkmış şarkılardı. 2019 – 2023 arasında yapmış olduğum demolardan altı tanesini seçtik ve o şarkıların üstüne gittik. Ben eski kafalı biri olduğum için, plak kültürünün de içindeyim. Bu nedenle tüm pazarlama stratejilerini, tüm algoritmaları bir kenara bırakarak, ilk işimin bir tekli değil de; bir albüm olmasına özen gösterdim.
Benim için çok sert bir süreçti. Benim için asıl zorluk “Mert Üçkardeş, bir müzisyen.” durumunu içselleştirmek oldu. İster istemez ailenin gözünde “mühendis” olacak birisin ve hâlâ tam anlamıyla şarkılarını çalıp kaydettiğin, çok özgür hissettiğin bir alan yok. O dönemde ben kendimi çok yordum. 2024’te menajerim Doğu’yla bu konuda esaslı bir konuşma yapana kadar da bu zorluk sürdü. O konuşmadan sonra müzisyen kimliğimi kabul ettiğimi anladım.
Seninki bir solo kariyer ama Pulsar Records’un senin hikâyendeki yerine bakınca öyle “tek başına” bir hâlin de yok. Tamam şarkı yazıp besteliyorsun, yayınlıyorsun da ama Pulsar Records etkisiyle bir müzik grubu içinde gibi de gözüküyorsun. Bu iş nasıl bir solo proje hâlini aldı?
Öncelikle bu benim için çok kıymetli bir soru ve bunu uzun uzun cevaplamak istiyorum (Gülüşmeler). Sessizce’yi kaydederken, albümün prodüktörü zaten Kemal’di. Çınar da albümdeki bas gitar kısımlarını çaldı. Albümü kaydederken hâlihazırda bir grup yoktu aslında. Daha çok bireysel bir iş gibiydi. O zamanlar konser yapmak gibi bir planımız da yoktu. Tek amacımız bir albüm yapmaktı. Kayıtlardan yaklaşık bir sene sonra, menajerliğimi üstlenmesi için Doğu’yla konuştuk. Doğu’yla bir arkadaşlığımız vardı o zamana kadar ama arkadaşlığın yanında iş odaklı bir ihtimal de çıktı ortaya. Sağ olsun Doğu da kabul etti. Sonuç olarak bir menajerim, şarkılarım, hatta albümüm vardı. Doğu da bana hâl böyleyken konser de verebileceğimi söyledi. Ramazan ve Tuna’yla da o zamanlarda tanıştık. Onlar da bana şarkılarımı beğendiklerini, beraber çalabileceklerini söylediler.
Kısa bir süre sonra, bunu yalnızca bir markanın çatısı altında bir iş olarak değil de; bir arkadaş grubu olarak ortaya güzel bir şeyler çıkarmak için yapmamız gerektiğini anladık. Bu iş, soruda bahsettiğiniz gibi isim olarak da bir gruba dönüşebilirdi ama beraber çaldığım herkes bunun bir “singer/songwriter” işi olduğunu ve bir solo proje olarak devam etmesini gerektiğini söyleyerek yüce gönüllülük yaptılar. Ben de onların “Mert Üçkardeş” yaklaşımlarına karşı, adı öyle olsa da bunun bir solo proje olmadığını, tam olarak bir ekip işi olduğunu söyledim. Kendimi bir hikâye anlatıcısı olarak tanımlıyorum. Eğer benimle çalan insanlar bir ekip gibi hissetmez, çok da isteyerek benimle çalmazlarsa ben o hikâye anlatıcılığını seyirciye, dinleyiciye aktaramam. Ekipteki herkes müzikal olarak çok güvendiğim insanlar. Onların müzikle alakalı fikirlerini çok önemsiyorum. Herkesin özgür olduğu, üretim süreçlerine katkı verdiği ve rahat hissettiği bir oluşum olmasını istiyordum. Sizin sorunuzdan hareketle öyle de olmuş gibi gözüküyor.
Şunu da ekleyeyim, son çıkardığım tekli Cebi Dolu’yu Pulsar Records’taki arkadaşlarıma yazdığım şarkıdır. Cebi Dolu, benim Pulsar’a yürüme hikâyemdir. Küçük şeyler çok mutlu eder beni. Mesela stüdyoya gittiğimde Kemal önceden kahveyi koyduysa, o gün benim için her şey çok iyi gider. O dönem Haymatlos’ta ilk lansman konserini yapmıştık Kendi Kendine için. Konser çok iyi geçti. Eve gittik. Çok mutluyduk. Sonra sabah 06:00’da Pulsar’dan çıktım ilk metroya yürürken çok mutluydum. Kendi şarkılarımla yaptığım bir müzik, bir cover grubu değiliz. Her zaman da mutlu olan birisi değilimdir, bu yüzden bu an çok değerli. Bu, yolumun çok güzel bir anı, bunu yazmalıyım. Pulsar’dan önce oraya tüm kaygılarımla giderkeni sonrasında mutlu döndüğüm kısmı anlatmak istedim. “Cebi dolu, Korkularıyla, Yürür yolu, Sırtında gitarla”. Niye, çünkü kayıt var. “Üşütmez onu, Aklı havada”. Pulsar, Adakale Sokak’ta. “ Kale yolu, Anı dolu”

“Hayatımda hiç tanımadığım birinin yoluna eşlik edebilme şansım olabilir ve bu bence çok güzel bir şey.”
İnanmıştım için “En yürümek istediği yolun yoktan bir zeminden olduğunu anlayanların yalnız olmadığını hissetmesi için yazdım.” diyorsun. Yol temalı şarkılar yazıyorsun. Fakat bir yandan da çok sıkı aşk şarkıların var. Sessizce, bunun en net kanıtı. Nedir bu yol meselesi?
Hayat bir şeye benzetildiği zaman gıcık kapıyorum. Özellikle Rus edebiyatında bu çok var; işte hayat böyledir, hayat bir sudur, hayat bilmem nedir falan… Ben de hayatıma devam edebilmekle, hayatı bir şeye benzetmekle ve belki de öyle görebilmekle ilgili bir kaygı güdüyordum çocukluktan beri. Sonra dedim ki, hayat bir yol ve biz bunun başlangıç ve sonuyla alakalı herkesle adil bir şekilde yarışıyoruz. Çünkü finalde hepimiz ölüyoruz ve bence bu şahane bir şey. Final çok adaletli herkes için ve bu beni çok mutlu eden bir şey. Bu noktada da annem devreye giriyor. Annem çok şiir okuyan, aslında edebiyatı bana sevdiren kişidir. "Yolun açık olsun." derler ya. Annem yaptığım şeylerde hep bu lafı kullanırdı ama bence değerli olan şey şu: Yol asfalt da olabilir, çakıl da olabilir. Sadece yola bakmaya ve sonuna erişmeye çalışırsan, çok ağır bir tanım olabilir ama, boşa geçmiş bir ömür benim gözümde. Ben diyorum ki kafanı kaldır. Yağmur mu yağıyor, yanda belki hiç görmediğin çiçekler var, kaçırmış olabilirsin. Bazen çatallar var, oralara giriyorsun.
Başka insanların yoluna eşlik edebilmek korkunç güzel bir şey. Benim, bir insanın hayatına ve aslında kendi hayatıma yol arkadaşlığı yaparken yapabildiğim en güzel şey müzik. Ben kendi müzikle ifade etmeyi çok seven birisiyim ve konuşurken değil de müzik yaparken daha doğru anlatıyorum kendimi.Hayatımda hiç tanımadığım birinin yoluna eşlik edebilme şansım olabilir ve bu bence çok güzel bir şey. Hep böyle yol şarkıları yazmak, yolun iyisini de anlatmak kötüsünü de anlatmakla alakalı düşünüyorum.
Hayatta çok kötü anlar var ama çok güzel anlar da var. Aşk konusu da böyle. Bence insanın hayatında en güzel anları zaten aşık olmakla geçiyor. Bunu sadece bir insana duyulan bir şey gibi de görmüyorum. Mesela müziğe aşık olduğum aşikar. Sabah kahve yapıp bir saat plak dinlemek hayatta çok aşık olduğum bir şey. O yüzden şarkıların içerisinde de aşkla alakalı bir şeyler yazabilmek, yani aslında yolu anlatmak gibi geliyor bana. Aşk şarkısı yazdın mı? Yazdım. Buraya çok yakın bir yerde yazdım. O da albümün adını verdi falan. Aşk şarkısı da yazıyorum, güzel bir şey. Kavuşulamayan aşklar da bence çok değerli kavuşulanlar kadar. Yolun içerisine aşık olduğum dönemlerde tabi ki de oluyor. Aşktan yana darbe yediğim ve aslında işte Selçuk Baran’ın kitabının o rafta çok parladığı anlar da oluyor. Çok sevdiğim arkadaşlarımın yanına giderken mutlulukla yazdığım şarkılar da oluyor. Aşk da var ama yolu anlatmak çok keyifli. Hayatımdaki en önemli şeylerden birisi de herhalde Sessizce’nin çıkışı. Çünkü birine yazmak gibi de bir kaygım yoktu. Zaten o hayatımdan çoktan gitmişti falan filan... Sessiz kalmayı da bozmak istiyordum. O yüzden albümün adı Sessizce.
“Yolun kendisi zaten bir büyü.”
Peki hikâye anlatıcılığı adına referansların kimler? Beni bu yola iten kişiler şunlardır, diyebiliyor musun?
Çok sevdiğim bir insan var, onun adını anmayı çok istiyorum. Atilla Ağabeyim var, aile dostumuz. 65 yaşlarında kendisi. Bıçkın bir delikanlıdır. Çocukları sevmiyor ama. Onunla ilk tanıştığımızda böyle çok da ilgilenmedi benimle. “Gidip uzakta oynasın bu çocuk.” falan… Çocukken, böyle bir karakter girdi hayatıma. 20 yaşına kadar da hiç tanımadığım, hayatımda olmayan biri. Bir gün bize çay içmeye geldiklerinde karşılaştık. " Aa sen olmuşsun." dedi. "Konuşabilecek düzeye gelmişsin. Agu bugu yapmıyorsun." Ben de dedim "Geldik de sen neredeydin?". Biraz sataştım. Bir yarım saat - kırk dakika kadar muhabbet ettik. Sonraki gün ne yapacağımı sordu. Dedim "Yarın pazar." "Tamam dokuzda işin var, bize geliyorsun." dedi. Muhteşem bir maket uçak koleksiyonu var evinde. Ankara'da bulamadığın herhangi bir kitap varsa onda kesin vardır. Manyak bir herif! Harika bir dostluğumuz gelişti. O, müzikle alakalı fikirlerimi sordu. Ben onunla edebiyattan çok beslendim. Hâlâ da görüşürüz. Hayatımda en sevdiğim insanlardan biridir.
Bir gün Bazen’i dinlettim ona. Beğenmediği şeyi de net söyleyen biridir. "Şarkıyı çok beğenmedim ama anlattığı şeyi çok beğendim." ded. Onunla beraber ben de şeyi fark ettim: Bir şeyleri de sevme ya Mert! Pozitif olmak zorunda değilsin. Ya sevme ya da seveceğin bir şey bul. O zaman da benim Ortaçgil sevdam çok yüksek durumdaydı. Onda kaset var, kaset dinlemeyi seviyor. Ben de plak seviyorum. Arada değişiyoruz bunları. Ben Light albümünü çok severim. Hayatımda en sevdiğim albümlerden birisidir. Light'ı dinlerken Şarkılarım Senindir’i seçmeye başladı kulağım. Dinledim şey oldu; “Ne anlattın şu an bilmiyorum ama ben bir şeyler hissediyorum.” O günü çok net hatırlıyorum. Sonsuz loop’a alıp sabah 7’ye kadar dinledim o şarkıyı. Şarkıdaki şu metaforunu çok severim. Şöyle başlıyor şarkıya. "Yavruağzı bi′ yuvarlak var ortada, Çiçeğe benziyor ebruli, Tirşe bir telaş var şu köşede, Uçuk mavilerin arasında”. Kendisini bir ressam olarak tanıtmakla alakalı bir part ve bu satırın sonunda şey der işte "Şarkılar bir renktir çoğu zaman” Çünkü ressamın enstrümanı renktir. “Ben bir ressamım işte o zaman” der. Aslında bir soru işareti bırakır. ve ardından “Özenle seçilmiş sözcükler” diyerek kendini bir şair olarak tasvir eder ve yine işte derki "Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman, Ben bir şairim işte o zaman.” Ondan sonrasında oyun var, sahne var. Şarkıları bir tiyatro oyununa benzetir ve ben başroldeyim der. En son der ki "Sen varsın, iyi ki varsın yanımda, Dokunmak istiyorum saçlarına, Yaşamak zor, gerçekten zor birlikte, Şu resimde, o şiirde, bu oyunda, Şarkılarım senindir her zaman” Bu defa ‘her zaman’ der. “Ben sen oldum işte o zaman, Şarkılarım senindir her zaman, Ben sen oldum işte o zaman” Tüm sanatları nasıl anlatabilirsin? Bunun gerçeklik payı beni böyle titretti. Sabah 8’de Annem okula gidecek. Gel, dedim. “Ben bu olmak istiyorum.” O günden sonra ben dedim ki: bir şeyleri müzikle anlatmak ve bunu hayatın içerisindeki kesitlerle aslında belki özenle seçilmiş sözcükler olmadan da yapabilmek, bence dünyanın en güzel şeyi. Büyü. Ya ben büyü olarak tanımıyorum. Ve sonra dedim ki ben de yolumu anlatabilirim çünkü yolun kendisi zaten bir büyü.
Başka isimler?
Kayıtsız, benim hayatımda çok önemli bir yerde. İlk dinlediğimde onlara dair gerçekten hiçbir fikrim yoktu. Dinledim geçtim. Sonra bu adamlarla tanıştıktan sonra bir de hikâyelerini dinleyeyim, dedim. Yok oldum Ben birazcık daha böyle sakin bir müzik yapıyorum ama onlar moda mod, bangır bangır anlatıyorlar detlerini. "Hakan, sen kimsin? Bizim seninle konuşmamız lazım!" dedim. Doğu sayesinde tanıştık. Birbirlerini tanımıyorlar ama aynı sokakta daha önce birbirinin omzuna değmiş insanlar. Tüm Kayıtsız için söylüyorum bunu. Beslendiğimiz yerler bambaşka ama şeyi hissettim, “Sana nasihatler verecek değilim.” çok yakışıklı bir laf. Kayıtsız’ın bana inanılmaz bir dehliz açtığını söyleyebilirim. Çünkü hem bu adamlarla tanışma fırsatım var, bu çok kıymetli, hem de onların o “row kayıt” dediğimiz çıplak şeylerini duyabilmek bana çok değerli hissettiriyor. Çünkü görüyorum, adam bir şarkıyı nasıl bir hisle getiriyor.
Simge Pınar’ı çok severim. Aynı zamanda bir arkadaşlığımız olduğu için kendisine de sık sık iletiyorum bunu. Bu noktada çok özendiğim diğer kişi de Can Güngör. Aslında birazcık kapalı kutu bir tavrı var ama özellikle Canlı Akustik albümüyle beraber birazcık daha anlayış dünyasını görebildik. İyi anlamda, gerçekten çok kıskanıyorum.

📸: @alknerkek
Çiçekli Hikâyeler ve müzisyen ve dinleyenler arasındaki mesafeye dair bir tartışma
Instagram hesabında Çiçekli Hikâyeler adında bir seri yapıyorsun. Şarkılarının hikâyesini anlatıyorsun ve bunu yaparken annenin evdeki çiçeklerini tanıtıyorsun. Hep düşündüğümüz bir mesele var. Sanatçı ve dinleyenler arasındaki mesafe ne olmalı? Sanatçının kendisi ve üretimlerine dair ne kadar bilgi sahibi olmalıyız? Sen bu mesafeyi çok yakın tutuyorsun ve bu, çok hoşumuza gidiyor. Sen ne düşünüyorsun?
Sevdiğim insanı çok yakından takip ederim. Sevdiğim hikâyeyi deli gibi ararım. Sevdiğim şarkıyla ilgili Ekşi’de ne varsa okurum. Doğru, yanlış tüm bilgileri alırım. Benim için çok kıymetli. Çiçekli Hikâyeleri de bu yüzden yapıyorum. Çünkü şarkının ana hikâyesini bilip dinlediğinde o şarkıya dair yeni bir hikâye keşfediyorsun. Mesela Exit Music. Kafanı gözünü yırtmak da isteyebilirsin ama bir yandan melul melul oturabilirsin de. O melodiyle bir anda kafa göz dağıtmak istiyorsun ama aynı insan bir anda böyle kalabiliyor. Aynı şekilde Nasihatler’de de yaşıyorum bunu.
Şarkıyı yazan kişinin hikâyeyi nereden gördüğünü okumak çok önemli. Yeni yazmış olduğum Çocuk Halim’le alakalı çalışırken bir noktada çıkmaza girdik. Çocukluğumla alakalı yazdığım bir şarkıydı bu. Üstüne tartışırken şunu fark ettik ve şarkıyla alakalı bakış açımız tamamen değişti. Çocukluğu çok iyi yaşamış birisi var, bir de çocukluğu bok gibi geçmiş biri. Birisi oturup çocukluk hâliyle alakalı bir şarkı yapıyorsa, o iki çocuğun birbiriyle tanışması lazım. Bence hikâyenin bilinmesi, aslında o yolu bir kere daha yürümek, yolda olanları mesela aslında kenarda iki tane çiçek olduğunu da göstermek gibi. Bence bu çok değerli. Müzisyenle dinleyici arasındaki en önemli bağ da tam olarak buradan kuruluyor.
Eşyalarla aran nasıl? Araban Osman ile bir videon var, ondan sorduk aslında.
Feci! Osman'la aram fena iyi. Onunla geldik, bir tur gezdireyim. (Gülüşmeler)
Eşyaları o günkü yaşadığım hayatla bağdaştırmayı seviyorum. Mesela evde bir tane çok kötü bir taşım var. Korkunç kötü bir taş. Masanın ucunda duruyor. Düşmeye yakın. Düşünce çok mutlu oluyorum. Çünkü o taşın arada düşmesi ve benim kaldırmam lazımmış gibi geliyor. Korkunç bağ kurarım eşyalarla. Mesela bazı tişörtlerim vardır, hani iplik hâline gelmişti ama atılmamalıdır. Eşyalarla bağlantı kurmak çok önemli. Geçen Tuna'yla da konuştuk. Bazı eşyaları, şarkıların lafını şarkı içerisinde geçiriyorum. “Bir yol çizmiştim, En renkli kalemlerimle.” Benim renkli Lagi dolma kalemlerimle. Doğu’nun kapağı yaparken kullandığı renkler de benim bayağı kullandığım kalemlerin rengi aslında.
Başka bir örnek şey olabilir.... Cam Kırığı'nın reel’ı. Evde duş alıyordum. Sürgü cam kapağı açarken kapak patladı boylu boyunca. iki hafta sonra şarkı çıkacak, yüzüm gözüm paramparça oldu, diye düşündüm. Sonra elimde şurada çok minör iki tane yara kaldı sadece. Hiçbir yerim kesilmedi ama sonra camlar yerde duruyordu. Dedim ki, "Doğu, kapak bu olmamalı!" Hastanedeyim elimi sardırıyordum, annemi aradım. "Anne ne olur temizleme! Fotoğrafını çekmem lazım." (Gülüşmeler) Cam Kırığı'nın kapağı o mesela. O camlardan. 3-5 tane duruyor hâlâ. Severim eşyaları. İyi hissettiriyor. İnsanlardan daha sadıklar.
Yolculuk nereye?
Şu an nasıl hissediyorsun müzik kariyerin açısından?
Tam bir çatalın önünde olduğunu düşünüyorum. Bir tane meşhur bir fotoğraf var ya herkesin paylaştığı. Bir taraf Antalya, bir taraf Marmaris. Tam oradayım. Kırılma noktasında hissediyorum. Hatta şu sıra birazcık da kırılgan olduğum bir dönemdeyim galiba bununla alakalı. Çünkü müziğim ile alakalı ve arkadaşlarımla da beraber biz ne yapıyoruzu çok konuştuğumuz bir dönemdeyiz. Duyduğumuz kaygı şununla alakalı: Tamam hikâye anlatıyoruz. Tamam, şarkıları yayınlayabiliyoruz. Fakat nasıl daha etkili yapabiliriz? Daha iyisini nasıl yapabiliriz?
Etkili derken müziğinin kitleselleşmesini mi kastediyorsun?
Aslında hem müzikal hem de kitleselleşmesi anlamında. Maus ve Sofar bunun bir teaser’ıydı diyebiliriz bence. Mesela akustik bir setimiz de var artık. Bununla alakalı ciddi miktarda hayalini kurduğumuz ve geçen sene bayağı böyle bir buçuk ay falan üzerine çalışıp, bizimkilere anlattığım komik gibi ama bayağı müzikal yapmak gibi bir fikir. Sahneyi evin odalarına çevirmek gibi bir hayalimiz var. Doğu gibi muhteşem bir gücümüz varken, sahne tasarımını da kullandığımız, müzikale dönüşen bir set yapmak istiyoruz. Bunun hikâye anlatısı noktasında da bize pozitif getirileri olacağına inanıyoruz.
Sektörle alakalı da şöyle bir şey var: Gün sonunda biz sahnede altı kişiyiz. Böyle bir fikirle gittiğimizde çoğu mekânın şöyle bir tavrı oluyor, "Kaç bilet satarsın?" Bu işe gerçekten kendimizi tamamen teslim ettik ama günün sonundaki tavır, çok üzücü olabiliyor. Çünkü sen evdesin. Kendinle alakalı bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun, orada kral çıplağı oynuyorsun. Bir hayal kuruyorsun. Bu noktada bizim bir tabirimiz var, “şişleri yağladık.” Biz bu yolu yürüyeceğiz. O yüzden 2025 yılına, direkt ilk gün toplantı alarak başladık. Ciddi mesafe kaydettiğimizi düşünüyorum bazı konularda.

Dinleyici tarafında nasıl bir dönüş var? Seni kim dinliyor?
Beni kim dinliyor hiç bilmiyorum. Sevgiler kendisine. Ama bu sene sosyal medyada daha fazla bulunmam gerektiğini anladığım bir aradayım. Beni dinleyenler, atıyorum benim sabah kahvaltısında ne yediğimi bilmeyebilir tabii ki de ama bu müziğin nereden çıktığını birazcık daha bilsin. Reel'larla destekleyelim bunu. Çiçekli Hikâyeler'e devam edeyim gibi. Bir fikrim daha var: Bizim kayıtlar nasıl oluyor? Bununla alakalı mesela bir şeyler çekebiliriz. Ben canlı performansları çok severim. Bizim bu müziği nasıl çaldığımız insanlar görsün ve birazcık da akustik mahallede de görsün.
Şarkılarını kısa ve orta vadede nerede görmek istersin?
Amsterdam, benim hayatımda önemli bir kent. Orayı çok seviyorum. Bana çok da iyi geliyor. Hayatımın bir döneminde Amsterdam’da çalmayı çok istiyorum. Bu böyle bir hayal ama bu sene İstanbul'da akustik anlamda iyi, tatmin olabileceğimiz bir alanda çalmayı çok isterim. Ankara'da çalmak istediğim yerler var.
Fakat nerede görmeyi çok isterim? Yolda kaybolmuş insanların telefonlarında çalmayı çok isterim. Yani onlara merhaba bende buradayım ve biz de kayboluyoruz, hadi gel beraber kaybolalım veya bir belki 4 dakika 2 dakika 3 dakika neyse yoluna eşlik edebilmeyi.
Singer-songwriter janrasının büyük temsilcileri var. Ortaçgil, Teoman, Can Güngör. Onların önüne düşmek çok hoşuma gider. Radyo kültürünü çok severim. Bazı radyoların akşam saatlerine denk gelebilsek ne güzel olur. Yolda olduğunu hisseden insanların kulağına üfleyebilirsem çok mutlu olurum.
SON
Comments