Beyza Boyacıoğlu ile röportaj Porto Riko’ya uçak bileti: “Toñita’nın mekanında bir kadeh rom”
- Taylan Kurt
- 14 Nis
- 13 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 16 saat önce
✍️: Karaca Yiğit Pehlivanlı
Bir instagram paylaşımı sayesinde ABD Brooklyn’de kalabalığı ve eğlencesi sokağa taşmış bir mekândan haberdar olduğumda; Türkiye’den ABD’ye göç eden bir sanatçıyla, bu mekâna dair çekilen bir belgeselden yola çıkıp Zeki Müren Hattı’na varan bir röportaj yapacağım aklımın ucundan geçmezdi.
O paylaşımda ilgimi çeken şey, Güneyli seslere danslarla eşlik eden kalabalığın bir araya gelme nedeniydi. Brooklyn’in Williamsburg semtinde yer alan ve tarihi çok eskilere uzanan bir mekânın 50. yaş kutlaması için bir araya gelen bu kalabalığın içinde, Karayip kültürünü yansıtan rengarenk takıları ve neyi başardığından emin gülüşüyle o mekânı var eden Maria Antonia Cay de yer alıyordu. “Toñita” adıyla da bilinen ve Maria’nın onca yıldır ayakta tuttuğu Caribbean Social Club’a dair bilgi edinmeye çalışırken, tam da o günlerde gerçekleşen bir belgesel gösteriminin duyurusunu yine mekânın instagram sayfasında gördüm. Yönetmen koltuğunda oturan ikiliden birisinin Beyza Boyacıoğlu olduğu, 2014 tarihli “Toñita’s” (Tonita’nın Kulübü) adlı kısa belgesel…
Madonna, Bad Bunny ve Toñita: 2014’ten bugüne geçen süreçte Maria’nın konukları arasında Madonna ve Bad Bunny de vardı. İki farklı sanatçıyı hayat ve müziğe dair sohbet için buluşturan Rolling Stone dergisinin “Musicians on Musicians” adlı projesi kapsamında Maluma’yla bir araya gelen Madonna, bunun için mekan olarak özellikle Toñita’s’ı seçti.Son yıllarda Latin trap ve reggaeton tarzlarında popüler şarkılarla dünya çapında en çok dinlenen isimlerden olan Bad Bunny ise son iki albümünün piyasaya sürülmesinin hemen ardından şenlikli bir kalabalıkla soluğu burada aldı. Doğup büyüdüğü Porto Riko’ya dair hem nostaljik duygularını hem de politik ifadelerini daha doğrudan yansıtan son albümü, ondan duymaya alışılan tarzların dışında Porto Riko’nun geleneksel müziklerinden örnekleri de içeriyor. Onlar arasında yer alan “CAFé CON RON” ise Christmas’a özel bir Porto Riko geleneği olan “parranda”yı hatırlatan bir kalabalıkla Jimmy Fallon’ın meşhur The Tonight Show’una katılan Bad Bunny’nin şov için seçtiği şarkıydı ve Maria da sahnede Bad Bunny’nin hemen yanında yer alıyordu.Ayrıca El Gran Combo De Puerto Rico klasiği “Un verano en Nueva York”tan sample kullanılan, albümün açılış şarkısı “NUEVAYoL”da da Toñita’nın Caribbean Social Club’ının New York’taki Porto Rikolular için ne kadar önemli olduğunu hatırlattı Bad Bunny: “Un shot de cañita en casa de Toñita y PR se siente cerquita” Williamsburg’daki “soylulaştırma”yla birlikte genel yapısı değişen yerlerden birisi de Maria’nın mekanının yer aldığı Güney Williamsburg olunca, Maria’nın mekanını ayakta tutmaktan vazgeçmemesi buradaki kültürün yok olmaması için verdiği bir mücadeleye de dönüşüyor.

İşte, bu mücadelenin kendiliğinden bir dayanışma haliyle de harmanlandığı anları izlememizi sağlayan belgeseliyle Beyza Boyacıoğlu’nun ABD’de başlayan yolculuğu, ülkemiz sosyo-kültürel iklimini yaratıcı bir şekilde yansıtan Zeki Müren Hattı projesinin gelişiminden, kurgu aşamasında yer aldığı ve ABD’deki farklı toplulukların dünden bugüne yaşamlarına ışık tutan farklı belgesellere dek devam ediyor. Röportajımız da aynı hat üzerinden ilerledi ve işte sizinle.
Beyza Boyacıoğlu’nun sinema macerası ve Living Los Sures teması
Sinema maceran ABD’ye gitmeden önce Türkiye’de mi başladı?
Belgesel sinemaya ilgim Sabancı Üniversitesi’nde lisans eğitimim sırasında Can Candan’dan aldığım belgesel dersiyle başladı. Öncesinde de sinemaya ilgiliydim ama film yapmak imkânsız bir hayal gibi geliyordu. O dersi aldığımda adeta ufkum açılmıştı; büyük şirketlere muhtaç kalmadan, endüstrinin belirlediği kalıplara köle olmadan, bağımsız ve deneysel bir alanda sinema üretilebileceğini anladım.
Lisans eğitimim sonrasında ABD’ye yüksek lisans için gittim. School of Visual Arts’da (SVA) Computer Art (Dijital Sanatlar) okudum. Aklımın bir köşesinde film yapmak hep vardı ama finansal olarak önü daha açık bir meslek edinmem gerektiğini de hissettiğim için motion graphics ve animasyona yönelmek istiyordum. Bu yüzden Dijital Sanatlar Bölümü’ne girmeme rağmen, sonunda kendimi yine sanat yaparken buldum ve mezuniyet tezim kavramsal bir video enstalasyonu oldu. Mezun olduktan sonra, SVA’da edindiğim teknik beceriler ve deneysel yaklaşımı belgesel sinemayla harmanlamama vesile olacak UnionDocs Belgesel Sanatları Merkezi’ndeki misafir sanatçı programına kabul edildim. Beni seninle buluşturan Tonita’nın Kulübü belgeseli de işte bu merkezde meydana çıktı ve asıl sinema maceram öyle başladı.
UnionDocs’ın genel yapısı ve çalışma yaklaşımıyla senin o dönemki planlarının kesiştiği ortak noktalar vardı tahminim. Onlar nelerdi?
UnionDocs belgesel alanına beğendiğim bir çerçeveden bakıyor; hatta kendilerine belgesel merkezi değil belgesel sanatları merkezi demeleri de bunun kanıtı. Belgeseli deneysel bir lensten ele alıyorlar ve formu yeniden üretmeye ve tartışmaya odaklılar. Geleneksel hikâye anlatımına çok da takılmadan, kurmaca olmayan herhangi bir materyalle üretilen akışkan bir sanat alanı olarak bakıyorlar belgesele.
Ben UnionDocs’a 2012’de misafir sanatçı olarak girdiğimde parçası olduğum proje Living Los Sures’ti. UnionDocs’ın o zamanki binası Brooklyn’in Güney Williamsburg mahallesindeydi. Burası eskiden çoğunlukla Porto Rikoluların yaşadığı ama 90lardan itibaren aşırı mütenalaşmaya maruz kalmış bir mahalle. Porto Rikolular arasındaki gayriresmi ismi de Los Sures yani Güney Tarafı.
Living Los Sures yani “yaşayan Los Sures” projesinin başlama noktası ise 1980’lerden kalma Los Sures belgeseli. UnionDocs mahalleyi araştırırken bu filmi buluyor, restore ediyor, mahallede gösterimler yaparak filmin içindeki kişileri tespit ediyor ve benim de katılacağım misafir sanatçı programını bu proje etrafında kurguluyor. Benden ve programa katılan diğer sanatçılardan bu filmi ilham alan kısa filmler çekmemizi istediler. Ben de ortak yönetmenim Sebastian Diaz ile beraber bu projenin parçası olarak Tonita’nın Kulübü filmini çektim.
Projenin websitesine bakınca, öyle bir belgeselden yola çıkarak başlamış olması çok ilgimi çekmişti. Sonra sizin çektiklerinizle birlikte yenilendi ve gösterildi sanırım?
Evet, Living Los Sures teması uzun senelerce sürdü ve mahalle hakkında Tonita’nın Kulübü gibi birçok kısa film çekilmesine vesile oldu. Bu filmler hem prestijli festivallerde gösterildiler hem de birçok mahalle gösteriminde yerel halkla paylaşıldı. Mesela Tonita’nın Kulübü birkaç kez kulübün kendisinde gösterildi; müthiş keyifli gösterimlerdi.
Yeni kısaların üretiminin yanı sıra, UnionDocs Los Sures filmi için mahalle gösterimleri düzenleyip filmdeki sahneler ve kişiler hakkında bilgi topluyordu. Mesela bu şekilde filmin katılımcıları tespit edildi ve onlardan birisinin bugünkü hayatını temsil eden bir film (89 Steps) yaptılar. Ayrıca orjinal Los Sures filminin her karesini analiz eden interaktif bir belgesel (Shot by Shot) de hayata geçirdiler. Los Sures filmini bir araştırma materyali olarak kullanıp, üzerinden bir çok iş üretmek, “remix” yapmak fikri benim çok ilgimi çekmişti. Bu projelerin hepsi https://lossur.es/ üzerinden izlenebilir.
ABD’ye geldiğinden beri aynı yerde mi yaşıyorsun?
İlk geldiğimde Harlem’de yaşadım ama sonra Brooklyn’e taşındım. Birkaç senelik Cambridge macerası dışında 2010’dan beri New York’dayım.
Maria Antonia Cay: Mahalle lideri, aile reisi
Projedeyken Tonita’nın Kulübü belgeselini çekmeye nasıl karar verdin?
Misafir sanatçı programının teması mahalle hakkında film yapmak olduğu için Güney Williamsburg hakkında araştırma yapmaya başlamıştım. Bir arkadaşım bana Tonita’nın Kulübü’nden bahsetti. Ortak yönetmenim Sebastian ile mekana girdiğimiz anda oraya aşık olduk; zaten aşık olunmayacak gibi bir yer değil. Etraftaki her yerden farklı, adeta birinin oturma odasına girmişsiniz hissi veren bir yer. Ve tabiki Maria Tonita, mekanın çekim gücünün odağındaki muhteşem kadın. Aşırı karizmatik birisi, giydikleri ve takılarıyla gösterişli ama bir o kadar da mütevazi bir karakter. Çok sessiz birisi ayrıca, tam bir sessiz güç odağı. Benim bu filmi çekmek istememin ana nedeni Maria Tonita’nın mahallenin lideri, aile reisi konumunda olmasıydı.
Evet filmde de o anlaşılıyor. İlk görüşte çok konuşkandır, hükmeden tarzdadır sanıyorsun, ama sade bir şekilde birçok şeyi yöneten hâli filmde de görünüyor.
Benim ilgi odağım Maria iken, Sebastian da, ilgi alanları onlar olduğu için, müziğe ve oradaki topluluğa odaklandı. Ayrıca Meksikalı olduğu ve İspanyolca bildiği için – ben maalesef bilmiyorum – bağlantıları genellikle Sebastian kurdu. Ben de bu şekilde sinematografiye ve filmin hikaye yapısına odaklandım.

“Buraya gelen herkesin inanılmaz bir hikâyesi var.”
Porto Riko, Küba diyince Harlem’de de East Harlem, El Barrio geliyor akla. Onlarla bir etkileşimin, merakın yıllar içerisinde var mıydı? Yoksa biraz da bu projeyle mi gelişti?
Harlem’de yaşadığım o ilk senede El Barrio’yu açıkçası çok keşfetmedim ama seneler sonra In Search of Bengali Harlem filminin kurgusunu yaptığımda orasının tarihi ve kültürü hakkında çok şey öğrendim. O film de 1900’lerin başlarında şimdiki Bangladeş civarından Amerika’ya İngiliz ticaret gemileriyle gelip, geldikten sonra şehirde izini kaybettirip ülkesine bir daha geri dönmeyen göçmen Müslüman adamları anlatıyordu. Shipjumper diye tanımlanan bu kişiler kendilerini beyaz olmayanların ve göçmenlerin yoğunlukta olduğu Harlem’de buluyor ve Porto Rikolu veya Siyah, Katolik kadınlarla evleniyorlar. Tarihte nadir bulunan çok kültürlü aileler yaratıyorlar El Barrio’da. Seneler sonra o filmi kurgularken, Tonita’nın Kulübü ile aralarında birçok kültürel benzerlik gördüm.
New York bir belgeselci olarak insanın aklını çok açan bir yer. Herkesin bir hikâyesi var. Zaten denir ya, Amerika’ya geçmişte gelen herkes birazcık deliymiş. Çünkü upuzun bir gemi yolculuğu yapıp bazen illegal olarak geliyorsun (her ne kadar bir insanın illegal olarak tanımlanması korkunç ve saçma olsa da). O macerayı göze almak için hakikaten biraz kafayı sıyırmış olman gerek ya da geride çok zor şeyler bırakıyor olman lazım. O yüzden geçmişte buraya gelmiş herkesin inanılmaz bir hikayesi var.
Ve sonradan yaşadıkları da kolay değil. Tonita’nın Kulübü belgeselinde de ona dair şeyler görüyoruz. “Geçmişte bu mahalle başkaydı, soylulaştırma sürecinden geçmesinin buradaki insanlar ve kültür için bir faydası olmadı” düşüncesi hakim insanlarda. Yoksulluğun da etkisiyle eskiden sokak başlarında uyuşturucu satışının olmasından da bahsediyorlar, bir yandan yaşatılan bir kültürden de. Yer aldığın diğer projelerde de göçmenlere, farklı kültürlere odaklanılıyor. Mesela Harlem’deki Bengallilere odaklanılan belgesel.
Onları da soracağım, ama Tonita’nın Kulübü belgeseline dair bir şey daha var. Maria’nın belgeseldeki hikâyesi sürekli direnme odaklı, Los Sures’teki soylulaştırmanın oradaki kültüre olumsuz etkisine karşı bir direniş. Son dönemdeyse, sizin filmi çektiğiniz yıllara göre daha popülerleşmiş durumda denebilir mi? Bad Bunny ve Madonna gibi dünyaca ünlü isimlerin bu mekanda bulunmasıyla, özellikle Porto Rikolu olan Bad Bunny’nin son albümde bir şarkısında buradan bahsetmesinden albümün dinleme partisini yine burada yapmasına dek birçok önemli olayla, popülerleşme konusu nasıl bir ivme kazandı?
Ben de o süreci uzaktan, senin gibi sosyal medyadan takip ettim. Biz Maria’yla tanıştığımızda tabi ki o mahalle sakinleri tarafından çok iyi tanınan biriydi. Ama sosyal medyada ünlenmesi özellikle Bad Bunny sayesinde oldu. Bence bu süreç şununla alakalı: Maria o kadar uzun zamandır orada ve direniyor, kendi yaptığı işi hiç sulandırmadan, duraksatmadan devam ettiriyor ki zaten Maria’nın kulübü ve kendisi bu hâliyle mücevher gibi, patlamayı bekleyen bir bomba gibiydi.
Bizim belgeselin de bu açıdan çok potansiyeli vardı aslında ama kulüpte çalan ve bizim de filmde kaydettiğimiz şarkıların hiç birinin telif hakkını alamadığımız için belgeseli resmi olarak yayınlayamadık. O yüzden sadece festival gösterimleriyle kaldı. Belki yayınlayabilsek Maria’nın yarattığı inanılmaz komünitenin kitlelere tanıtılmasında belgeselimizin de katkısı olurdu. Aynı zamanda “yerel halka hizmet eden bu tip yerleri popülerleştirmek iyi bir şey mi, yoksa el değmeden olduğu gibi kalsa daha mı iyi?” diye de düşünüyor insan. Ben de Bad Bunny’nin etkisinin ne olduğunu merak ediyorum. Acaba mekanın eski müdavimleri, yeni insanlar geldikçe rahatsız oluyorlar mı yoksa bu durum kendilerine bir fayda sağladı mı?
“Williamsburg’da soylulaştırma süreci ve karşısındaki dayanışma kültürü
Belgeselin çekim süreçleri nasıl geçti? Belgeselde daha çok oranın eskilerini görüyoruz, daha az genç var sanki?
Evet daha çok orta yaş üstüydü, tek tük genç Porto Rikolular gelirdi.
Genel durumda onları birbirlerine bağlayan şeyler arasında kültürü yaşatma tutkusu var sanırım. Bunun içinde müzik de ağır basıyor muydu?
Bence hem müzik hem başka etkenler o topluluğu bir arada tutuyor. Mesela kulüp Williamsburg’da soylulaştırma süreciyle yaygınlaşan rafine hipster estetiğinden tamamen farklı bir yer. İnsanlar kendini oraya ait ve rahat hissediyorlar. Kulübün ortasında bir bilardo masası var bütün gün oyun oynanıyor; akşam olunca herkes bir noktada çılgınca dans etmeye başlıyor, müzik kutusundan salsa vb. müzikler çalıyor. Williamsburg’daki en ucuz içkileri burada içebilirsiniz. Ayrıca Maria her Pazar bütün mahalleye bedava yemek yapıyor.
Bence kulübün bu kadar popülerleşmesinin nedeni, Maria’nın bu hizmeti bunca senedir kar amacı çok da gütmeden yerel halk için devam ettirmesi. Bütün binanın sahibi olmasına rağmen satmayı düşünmüyor, hatta binadaki daireleri makul fiyatlara yerel halka kiralıyor. Maria orayı satsa milyonlarca dolar alır, Porto Riko’ya döner ve keyif yapabilirdi. Sebastian ve ben Porto Riko’da onun evine misafir olduk, kızı torunu hâlâ orada yaşıyorlar ama kendisi dönmeyi tercih etmiyor.
Aslında bu çok Amerikan bir durum. Türkiye’de de aşina olduğumuz vahşi kapitalizmde, bir değeri korumak devlete veya kurumlara değil kapital sahibi iyi niyetli insanlara kalıyor. Maria da mal varlığını, kar amacı gütmeden, oradaki kültürü devam ettirmek ve ihtiyacı olanlara ev ve yemek sağlamak için kullanıyor. Hep söylediği şey, ölene kadar bu işe devam edeceği.
Belgeselde o dayanışma net bir şekilde hissediliyor. O anlamda ilham verici bir yer.
Bütün bunları yaparken bir de o kadar şahane bir stilinin olmasıyla bence inanılmaz bir karakter. Bu arada Maria hakkında çok şey de bilmiyorum açıkçası, çünkü hakikaten çok içine kapalı bir insan. Biz belgeseli de öncelikle Maria’nın bize röportaj vermeyeceğini düşünerek kurgulamıştık. Röportaj için ikna etmeye uzun süre uğraştık ama mesela çekime gidiyoruz ortaya çıkmıyor. “İstemiyorum” da demiyor, kibar bir insan olduğu için... Biz de herhalde röportaj vermeyecek diye düşündük ve filmi kadının etrafında bir mitoloji oluşturmak üzerine kurguladık; herkes ondan bahsetsin ama o hiç konuşmasın, köşesinde sessizce ve gizemiyle otursun diyorduk; gerçek hayatta olduğu gibi. Sonra nasıl olduysa günün birinde ikna oldu!
Belgeselde de anlatıldığı gibi o mahallede Maria’nın mekânı, yani Tonita’s veya diğer ismiyle Carribean Social Club gibi başka sosyal kulüpler de varmış eskiden ama sonra kapanmış. Belgeselde buna sebep olan bazı yasal değişikliklerden de bahsediliyordu.
Evet, o sokakta bir sürü sosyal kulüp varmış ve hepsi birer yerel beyzbol kulübünün sponsoruymuş. Her pazar maç oluyormuş ve maçtan sonra kutlamalar kulüplerde gerçekleşiyormuş. Sanırım belediye regülasyonlarından dolayı diğerleri kapanmış, ayakta bir tek Maria’nın mekânı kalmış. Maria girişimci yönü güçlü, “business kafası” olan bir kadın. Ayakta kalan tek sosyal kulübün Tonita’s olmasının bir nedeni de o olsa gerek.

Diğer projeler: In Search of Bengali Harlem ve American Muslims
In Search of Bengali Harlem gibi içerisinde yer aldığın sonraki projelerde konu seçimi nasıl oldu?
In Search of Bengali Harlem gibi projelerin konusu benim belirlediğim konular değildi. Kurgusunu yaptığım projelerde yazar-senarist görevini de almış oluyorum, belki o kafa karışıklığı yaratıyor olabilir.
In Search of Bengali Harlem’ın yönetmeni Vivek Bald ile yüksek lisansta tanışmıştım, hatta ben de o sırada Zeki Müren Hattı projesini yapıyordum. Seneler sonra o bir fon alınca bana geri geldi, “editörüm olur musun?” diye sordu. Kurguyu pandemi esnasında bir seneyi aşkın bir sürede Zoom üzerinde tamamladık.
Bir önceki soruda bahsettiğim gibi Harlem’de yaşanmış ve bir daha eşi benzeri de çok görülmeyen çok kültürlü aileler anlatılıyor bu filmde. Hikâyeyi bugünden anlatan da “shipjumper” olan adamlardan birinin oğlu olan Alaudin Ullah, kendisi New Yorklu bir komedyen ve setlerinde anlattığı hikayelerin ana konusu ailesinin göç hikayesi.
Onun da bir Karayip bağı var mı? Annesi mesela?
Hayır, çünkü Alaudin babasının ikinci karısından oğlu. Babasının ilk eşi Porto Rikolu bir kadın. Onun vefatından sonra babası ikinci evliliğini Bangladeş’te yapıyor ve ikinci eşini New York’a getiriyor. Aslında bunların hepsi hikâyenin parçası. Çünkü ikinci eşini Bangladeş’ten getirebilmesinin nedeni aslında o sırada göç yasalarının değişmiş olması. Hâlbuki babası ve arkadaşları göç ettiği zamanda o coğrafyadan insanların Amerika’ya gelmesi tamamen yasak. Bu nedenle neredeyse bütün ömürlerini “undocumented” yani illegal olarak geçiriyorlar. Hikâyenin en ilginç kısmı da bence bu, Harlem’de Porto Rikolu ve Siyah kadınların bu adamlara yardım etmesi ve ırkına/dinine bakmadan aralarında böyle bir dayanışmanın oluşması, yani bir bakıma Beyaz olmayan insanların birbirleriyle dayanışması. Bugünün Amerika’sından bakınca nadir görülen bir dayanışma çünkü 1965 sonrasında değişen göç yasaları nedeniyle, Güney Asya’dan göçen kitlenin sosyo-ekonomik yapısı tamamen değişiyor.
Projelerde güncele dair konulara da kapı aralanabilmesi seni motive eden şeyler arasında mı?
Evet. Mesela daha önce düşünmediğim ve proje esnasında dikkatimi çekip bana ilginç gelen şeyler var. 1965 sonrasında bu göç yasaları değişiyor ve kapılar daha önce Güney Asya coğrafyasına tamamen kapalıyken, 65 sonrasında doktor, mühendis, doktora öğrencisi gibi insanlar ABD’ye gelebiliyor. Seneler sonra belirli bir sosyo-ekonomik sınıfı oluşturacak olan bu göçmenler “ideal göçmen” diye tabir edilecek insanlar oluyor. “Hintli doktor” ya da “Hintli bilgisayar mühendisi” stereotipleri vardır ya. Onun nedeni tamamen göç yasaları. Fakat bunu “bakın işte bu insanlar ideal göçmen, başka ırktan olan göçmenler o kadar başarılı olamıyor, ırk bazlı bir şey bu” gibi yorumlayanlar olabiliyor. Çoğu zaman bu sterotipleşmenin hedefe koyduğu kitle de ABD’de her zaman dezavantajlı olmuş olan Siyahlar.
Hâlbuki daha eskiden beridir buralarda olan Güney Asyalı orta sınıf ve işçi kesimi ve onların yarattığı kültür daha farklı bir hikaye anlatıyor: Beyaz kültürüne asimile olmadan Amerikalı olabileceğini gösteriyor. O jenerasyonun kurduğu kuruluşlar, restoranlar hala etkisi görülen kurumlar. Göç yasalarının ve üstten inme kuralların toplumu şekillendirdiğini hatırlatıyor bize bu hikaye. O açıdan bana çok zihin açıcı gelmişti.
En son kurgusunu yaptığım ve PBS’de yayınlanan American Muslims: A History Revealed serisinde de benzer konular işleniyor. ABD’ye göç etmiş çeşitli Müslüman grupların veya bireylerin izini arşivlerden sürüyor yönetmenler. ABD toplumunun hayalinde, Müslümanlar yeni göçmenmiş gibi (hor) görülüyor. Ama bu seride anlatılan hikayeler arasında çok daha geriye giden anlatılar mevcut: Sivil Savaş’ta savaşmış Müslümanlar da var, 1900’lerin başında buraya taşınmış ve şu an yoğunlukla Beyaz-Hristiyan diye bilinen North Dakota gibi bir yerde bir cami kurmuş Suriyeli topluluğu da var. Seride Chicago’daki ilk Siyah Müslüman kadınların fotoğrafının analiz edildiği bir bölüm var, fotoğraf 1900’ların başına ait. Yani aslında ABD’deki Müslümanlar, Beyaz ve Avrupalı göçmenler kadar eskiler ama bu görülmek istenmeyen bir tarih. ABD, hep beyaz ve Hristiyan olarak kurgulanmak istenmiş ama gerçek bundan çok farklı. Müslümanlar “onlar burada daha yeni, onlar daha ABD’ye entegre olamamış” diye genellemeye tabi tutulabiliyorlar. American Muslims da o genellemenin karşısında duran bir seri aslında.
Sen In Search of Bengali Harlem ve American Muslims’ı anlatırken, aslında onlardaki hikâyelere çok daha derinlikli girildiğini düşündüm, çünkü Tonita’nın Kulübü belgeseline kıyasla daha uzun soluklu projeler.
Diğer projeler tarihsel belgesellerdi, o yüzden o konulardaki tarihsel ve akademik araştırmalara daha hakimdim. Tonita’nın Kulübü belgeselindeyse tarihsel sürece değil daha çok o güne ve soylulaştırma sürecinin yarattığı etkilere odaklanmıştık. Amacımız bilgi veya araştırma sunmaktansa, o güne tanık olmaktı. Estetik olarak da farklı filmler. Tonita’nın Kulübü arşiv ve röportajdan çok gözleme dayalı sahnelere yoğunlaşan bir film – sinematik olarak benim kendime daha yakın bulduğum bir yaklaşım bu. Kurgusunu yaptığım filmler ise daha arşiv ve röportaj bazlı olabiliyor.
New York’un geneline bakınca soylulaştırma politikalarıyla lokal kültürün bozulmadığı yerler var mı? Williamsburg gibi Harlem’de de soylulaştırma politikalarının etkisi yoğun deniyor.
Ben buraya 2010’da geldim. Harlem’i ilk gördüğüm haliyle şu anki hali gerçekten çok farklı. Williamsburg da aynı şekilde. In Search of Bengali Harlem ve Los Sures filmlerinde anlatılan dönemler ise tamamen farklı bir dünya. Şehir sürekli değişim halinde ve maalesef bunun nedeni tamamen piyasa ve emlak endüstrisi.
Hep aynı hikaye aslında, “eskiden daha çok suç oranı vardı”, sonra semtler soylulaştırıldı, suç bitti ama Starbucks geldi… Keşke bahsedilen mahallelere önceden altyapı ve sosyal hizmetler gitse ama maalesef sermaye oraya gitmeden hizmetler gelmiyor. Günümüzdeki neoliberal politikaları ve sağa kayışı düşünürsek, soylulaştırmanın ve yerinden edilmelerin sadece artmasını bekleyebiliriz diye düşünüyorum.
Zeki Müren Hattı projesi
Arada bahsettiğin Zeki Müren Hattı projesi hangi dönemde hayata geçti tam olarak?
2014 senesinde MIT’de Karşılaştırmalı Medya Çalışmaları bölümüne kabul edildim. Programın parçası olarak Open Documentary Lab’de de araştırmacı olarak çalışıyordum. Burada interaktif hikâye anlatımı, AR/VR, web bazlı projeler, ses odaklı belgeseller, data görselleştirmeleri, mekansal enstalasyonlar gibi konuları araştırıyorduk. Zeki Müren Hattı işte burada ortaya çıktı.
MIT’de master tezimin konusu olarak Zeki Müren’i araştırmaya başladım. Aslında uzun metraj belgesel yapmak istiyordum ve yaz tatilinde çekimler yapmak için Türkiye’ye geldim. Zeki Müren’le ilgili hem araştırma yapıyordum hem de çekimlerle materyal topluyordum. Zeki Müren filmi çektiğim duyuldukça eş dosttan telefonlar almaya başladım. Herkes bana onunla ilgili bir anısını, fikrini anlatmak istiyordu. Bu durum bana Zeki Müren Hattı diye bir telefon hattı yaratma fikrini verdi. MIT’de benzer projeler yaratmış Sasha Costanza-Chock’ın yardımıyla telefon hattını açtık ve proje kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Yazın sonunda Zeki Müren Hattı’na yüzlerce mesaj bırakılmıştı. Bu arada 2015 yazından bahsediyorum, seçimlerle ve heyecanla başlayıp yine seçimlerle ve hüsranla kapanan bir dönem. Bırakılan mesajlar da bu dönemin hâletiruhiyesini anlatan bir zaman kapsülü oldu adeta. İnsanlar Zeki Müren’den bahsederken, hayatlarından ve Türkiye ile ilgili hayal kırıklıklarından bahsetmişlerdi; mesajlar nostalji ve özlem doluydu. Zeki Müren’i seven ya da sevmeyen birçok queer birey de hattı aradı. Çok beğenenler, eleştirenler, orduya parasını bıraktı diye “vay ne milliyetçi” diyenler, ya da aynı konu üzerinden onu beğenmeyenler… Zaten Müren’in bu çelişkili karakteri beni çekiyordu, tam bir nabza göre şerbet verme durumu. Tek bir Zeki Müren yok, herkesin Zeki Müren’i var diye düşünüyordum ve bu projeyi bu temaya uygun bir şekilde görselleştirmekti amacım.
Yaz sonunda ses kayıtlarını alıp ABD’ye döndüm. Uzun metraj fikrini askıya alıp Zeki Müren Hattı diye interaktif bir web belgeseli yapmaya karar verdim. Yine Open Documentary Lab’de tanıştığım medya sanatçısı Jeff Soyk ile işbirliği yaptık, tasarımı onunla beraber ortaya çıkardık. Zeki Müren’in arşivlerinden malzemeler, bazı şarkılar, küçük anektodlar.. Kullanıcının özgür bir şekilde keşfedebildiği interaktif bir proje tasarladık. Başından sonuna kadar lineer olarak izleyip Zeki Müren’e dair daha büyük bir fikre de sahip olabilirsiniz ya da içine girip mesajdan mesaja atlayıp da deneyimleyebilirsiniz. Dedim ya herkesin Zeki Müren’i ayrı; tasarım da bu konsepti vurguluyordu.
Birkaç sene sonra projenin bir de mobil versiyonunu tasarladık ki herkes erişebilsin. Şu an hala cep telefonunuzla zekimurenhatti.com'a girip projeyi keşfedebilirsiniz.
Baştan sona senin projelendirdiğin işler Zeki Müren Hattı ve Tonita’nın Kulübü diyebiliriz değil mi?
Evet, o ikisi.

“Kendi pratiğimde Türkiye’yle ilgili projeler yapmayı arzuluyorum.”
Yeni projelere dair planların neler? Mesela Türkiye’den ABD’ye göç edenleri farklı açılardan odağa alacak şeyler düşünüyor musun?
Ben kendi pratiğimde Türkiye’yle ilgili projeler yapmayı arzuluyorum. Benim bulunduğum alanda insan kendi projesini geliştirirken genellikle finansal bir kazanım sağlamıyor, daha çok gönül işi oluyor. O yüzden eğer kendi projemi yöneteceksem, benim için en değerli şey Türkiye’yle bağımı devam ettirmek ve orada çalışmak.
Living Los Sures projesindeki interaktif çalışmalar ve Zeki Müren Hattı… Bunları düşününce interaktif formatlar açısından belgeselin avantajları geliyor aklıma. Belgeselcilikte seni de en başta çeken sanırım bu boyut. Senin anlattıklarında hep o ortak noktaları yakaladım; belgeselin hem sanatçılar arası hem de izleyenle kurulabilecek bağ açısından sağladığı imkânlar. Bundan sonra yapacaklarında da farklı formatlarda gezinmeye devam etmeyi düşünüyor musun?
Evet, çok istiyorum. Zeki Müren Hattı’nın devamı olarak ses bazlı, İstanbul’la ilgili işler yapmak hep aklımda.
Yeni çalışmalarını da konuşmak, yeni hikayelerde buluşmak dileğiyle, keyifli sohbetin için çok teşekkürler.
SON
Comments